Kalem, güzel kalem

Pazar, Kasım 13, 2005

Taa Ankara'ya gittik..

Ankara'ya gittik sonunda. Lisede şöyle bir ODTÜ ve Bilkent'i dolaşmamızı kapsayan garip şeyi saymazsak, 10 yaşımdan beri sanırım gitmemiştim.
Babamla gitmiştik, onu hatırlıyorum. Etnografya müzesini ve sanırım bir iki müzeyi daha gezdiğimizi sanıyorum. Anıtkabir'i de, ki liseyle de gitmiştik.
Bu sefer tamamen farklı bir amaçla gitmiş bulundum Ankara'ya. EMO (elektrik mühendisleri odası) III. Öğrenci Kurultayı vardı, biz de İzmir grubunun birer üyesi ve geleceğin bilgisayar, elektrik-elektronik ve biyo- mühendisleri olarak yola çıktık.
Hoş, pek çok kişinin asıl amacı ücresiz olarak Ankara'ya gitmekti. Eh, daha kimiz anlamadan böyle bir kurultaydan neler alabilirdik orası da ayrı, ama en azından ben konuşulacaklar da merak etmiyor değildim.
Neyse işte çıktık yola, az muhabbet bol uyku vardı. Şimdi detayları vermek değil maksadım, ama toplantı bizim açımızdan fiyasko çıktı diyebilirim. Zira İzmir bildirisi sadece 9 Eylül Üniversitesi elekronikçileri için anlamlıydı, diğer şehirlerden de sadece İstanbul'unki ve işte bir kaç şehirden kısa kısa değinile konular vardı ama genel şeylerdi çok; biz de ilk kısmın sonunda ayrıldık.
Ankara'da aptal aptal dolandık biraz, sonra Anıtkabir'e gittik. Dünyanın iki harikasından biri (kendi iddiaları var da bu yönde=D) mide kramplarıyla süründü. Neyse kafeye gittik, dinlenme+çay (işe yarar dedim inanmadılar) ve atkı (bilenlere..) sayesinde kendine getirdik. Sonra tamamen boşluğa düştük. Hacıyla (anlayan anlamıştır kimi dediğimi) ben, Ankara'daki arkadaşları aramaya başladık ne yapılır diye. Bir yandan da şarj krizi yaşadık telefonlarda şarj kalmadı. Bizim grubun gittiği yere gelmesek daha iyi olacağını da öğrendikten sonra ben lise grubundan bir arkadaşın tavsiyesiyle liderliği aldım.
Yoğun trafik dolu ve dakikalık şekerlemelerle süslenmiş bir taksi yolculuğunun ardından Karanfil sokağa vardık. Lisedeki arkadaşları gördüm önce kısaca. Bir süre yine amaçsızca oturduk kalktık. Sonra Dost'un önce kitap/dergi, sonra CD/DVD satılan "dükkan"larına girdik ki zamanı doldurmaya yetti.
Ardından geri döndük otobüslere binildi, Anıtkabir'de tamir ettiğimiz arkadaş yine dağıldı falan ama sonra yine düzeldi (rapor espirisi yapmıyorum, yaparsam öldürecek beni). Bornova'da inemedik, Çankaya'ya geldik, Küçük Park'ta tatlı bir kahvaltının ardından dağıldık.
Bir kaç nokta dikkatimi çekti Ankara'da...Öncelikle bir kere daha kendimi az çok tanıdığım ortaya çıktı. Yok efendim, ben yapamam, yaşayamam Ankara'da. Her yer dağ, her yer ova. Deniz istiyorum ben! İnsan kendini kapana kısılmış gibi hissetmez mi yahu? Hani göz önünde olmasın, o sorun değil ama varlığını bilirsin; özgürlük duygusu kaplar insanı. Brr, düşünmesi bile garip deniz olmayan bir yerde sürekli yaşamayı. En azından 20 yıl hep deniz olan yerlerde yaşadıysanız..
İkinci nokta, ne kadar çok eylem olduğu. Yahu nereye gitsek polisler, ellerinde silahlar, üstlerinde çelik yelek bir duvar kurmuşlar ve eylem yapan birileri... Gerçi başkent olduğuna göre belki de normaldir. Yine de garip geldi bana ne bileyim, sürekli denk gelince bir de..

İlginç birşeyi de Anıtkabir'de farkettim. Kafe kısmında jetonla çalışan bir alet var. Jetonlara bir baktım kasadan alınca; bir yanında dünya var, altında Milano-Italy yazıyor, diğer tarafında ise $ var. Garipsedim, hem de çok. Yani biz üretemiyor muyuz bir jeton yahu? Bir tarafına Anıtkabir kabartması olsa, diğer yanına da Türk bayrağı veya Atatürk resmi... Yani en azından Türkiye'de olduğumuzu bilelim, jetona bakınca "ah, evet Anıtkabir burası" diyelim.

Ankara'nın İzmir'den daha sıcak olmasıysa tam bir muammaydı (abartı?).

Daha yazabileceğim çok şey var aslında ama hem burayı şişirmek istemiyorum, hem de üşenmekteyim. Daha bulaşıkları yıkamam ve ortalığı temizlemem gerekiyor.Saygılarımla..
Not: Hacı ve dünya harikası #2, yaptıklarınızı yazdım bir kenara unuttum sanmayın =

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home