Kalem, güzel kalem

Perşembe, Aralık 29, 2005

Bir rüya için ağıt

29 Aralık 2005 Perşembe
Yazı başlangıç: 29 Aralık 2005 Perşembe, 01.32

Bu aralar yazışım sıklaştı sanırım. Bu hafta bir ödev, ardından final dönemi gelecek, o yüzden bir süre sessizliğe hazır olun.

Başlıktan anlayacağınız (ya da benim gibi Türkçe’sini daha duymadıysanız, anlayamayacağınız) üzere, az önce Requiem For a Dream’i izledim.
Hubert Selby Jr’nin kitabını baz alan ve Darren Aronofsky (izleyemedim ama, Pi’den tanıyabilirsiniz yanılmıyorsam) tarafından yönetilen filmin baş rollerinde Ellen Burstyn, Jared Leto, Jennifer Connelly ve Marlon Wayans var. DVD kutusu var da önümde. İsterseniz müziklerinden yapı tasarımına isimleri sayabilirim, ama çok zor gelir, o yüzden istemediğinizi var sayıyorum.

Eğer filmi izlediyseniz, aşağıya geçip okumaya başlayabilirsiniz. Yok izlemediyseniz, aşağıda spoiler olabilir, dikkat. Eğer izlemeyi düşünüyorsanız, hazırlıklı olun derim, kolay bir film değil bu. İnsanı en zayıf yanlarından yakalayan, sıkıca tutan, tüm zayıflıklarını ortaya koyup kabul ettirmeden de bırakmaya niyetli olmayan bir yaratım.

Filme genel olarak bakarsak, bağımlılığın etkilerini anlatıyor diyebiliriz sanırım. Bağımlılık derken, sadece uyuşturucu değil, bu filmde çok daha fazlasını görüyoruz, ki bazıları canımızı son derece sıkabiliyor: televizyon, güven, umut gibi…

Öncelikle kameranın kullanımı, çekimlerin kolajı, bunun hikayeyle birleşimi ve işleme tarzı gerçekten mükemmel. Film sizi çekip bir karakterin kollarına bırakıyor, sonra oradan alıyor, başka bir karakteri dışarıdan izletiyor; dünyayı sevdiriyor, sonra nefret ettiriyor…

Oyunculuk konusunda da bir pürüz bulmak zor. Baş karakterlerin tümü son derece iyi canlandırılmış.
Affınıza sığınarak yazıya şimdilik son veriyorum. Zira son gözümü kapadığımdan beri beş dakika uyuduğumu fark ettim.

Yazı bitişi: 29 Aralık 2005 Perşembe 01.41
Yazıya devam:29 Aralık 2005 Perşembe 08.54

Ne? 8.54? Amanın çıkıp derse yetişmemlazım

Yazı bitişi: 29 Aralık 2005 Perşembe 08.54

Yazıya devam: 29 Aralık 2005 13.30

Derse gitmedim. Evet gitmedim. Yaptım bunu. Sularla ilgili bir derdim vardı, onu hallettim zira fark ettim ki uzunca bir süre vaktim olmayacak. Aslında acıktım. Ama bir şeyler yazayım.

Requiem for a dream gerçekten güçlü bir film. Herkesin kaldırabileceği türden bir yapım değil, zaten yapılırken de bu hedeflenmiş. Eğer yeterince güçlü değilseniz, bu film böğrünüze saplanan bir kılıçtan çok daha tehlikeli olabilir. Ancak bu barajın üstündeyseniz, artık aşabileceğiniz her çizgi için sizi ayrı bir bakış açısı, karakter yapısı ve bunları ortaya koyan oyuncular ve çekimlerle birlikte; müthiş bir sinema ziyafeti bekliyor. Bir verip beş alıyorsunuz anlayacağınız, ama ben üç veririm, öbürü beş verir diğeri iki verir; orası ayrı. Zaten filmin güzel yanlarından birisi de bu kanımca, herkeste farklı bir etki yapıp, kendini ve yaşadıklarını sorgulamasını sağlayacak kadar güçlü, hem de bunu sahteliklere ve numaralara dayanmadan, dürüstçe yapan bir yapım.

Arada bahsedip durdum ama ek olarak da buraya yazmak istiyorum. Film çekimlerinin işlenme tarzı gerçekten mükemmel. İki farklı senaryo var, ancak belli noktalarda birbirlerine bağlılar. Bunlar bu çekimlerle o kadar güzel birleştirilmişler ki. Ardı ardına gelen keskin görüntü ve sesler kullanılmış. Ki bu keskin hareketler birleştirmeler dışında da var. Örneğin, kadın kahvaltı niyetine yumurta, greyfurt ve kahve tüketecek. Onlara bakıyor, sonra bir efektle greyfurdun içi boşalıyor. Başka bir efektle yumurta yenmiş hale geliyor ve son bir efektle kahve içilmiş hale geliyor.

Kafam biraz dağıldı, hocanın verdiği ödeve gidiyor. Bu sebeptendir ki, yazıyı burada bitirip bir şeyler yiyip lab’a doğru yol almaya karar verdim. Bu yazıyı nete atar, belki başka bir şeyler de yazarım.

Yazı bitişi: 29 Aralık 2005 Perşembe 13.50

Bayan-Kadın-Kız-Dişi-Hanım-Hatun.. neyse işte. Saygıyla eğiliyorum..

Bugün bir kez daha kızlara (üstte saydığım sıfatlardan birini hak etmesi yeter, ben kızlar diyeceğim bu yazıda) hayranlık duydum, önceki hayretlerime bir başkasını daha ekledim..

Bu hayretlerimin ilki, fiziksel olarak yaşadıkları regl olayı. Şahsen nasıl katlanırdım hiç bilmiyorum. Hani olayın kendisi zaten, bir kere bile yaşasam bir daha unutamam, kâbuslarıma girer; bir de bunu sürekli yaşamak.. Brr. Bunun gündelik olaylarla çakışıp engel oluşturması da cabası. Ha, tamam, seçme şansları yok, ama yine de ben burada bir kez eğilirim arkadaş. Bu paragrafı bitirmeden, erkeklerden biri çıkıp, e biz de sünnet oluyoruz derse, lütfen gidip ölüversin, kafasına balta geçirip elimi kana bulamama gerek kalmasın.

İkinci hayret noktası, erkeklere katlanmaları. Yani, kadın gibi zarafet, duygu, sevgi ve şefkat dolu varlıklar, erkek gibi kaba saba, odun, laf anlamaz varlıkları nasıl çekiyorlar? Yine burada bir erkek çıkıp, yeaa abi şimdi genellememek lazım yani ben aaabi öyle değilimdir yeaa, çok romantiğimdir yeaanee, derse; baltayı kafasında bilsin: Yok öyle bir şey. İç güdüsel olarak öküzlük var yapımızda. Tamam bu aslında düz mantığa dayalı matematiksel bir düşünce yapısından geliyor ama sonuç olarak öküzlüğe giden yolda tam bir ana yol olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kız arkadaşlık olayından bağımsız olarak (hatta o kısım biraz tehlikeli) kızlar olmadan hayat ne kadar berbat olurdu bir düşünün.

Hayretten ziyade hayranlık noktalarından birisi de doğurganlık. Nasıl kutsal varlıklardır ki bunlar, bir canlıyı taşıma sorumluluğu bahşedilmiştir onlara. Tamam Çin işi Japon işi, bunu yapan iki kişi, ama yine de insan düşünmeden edemiyor, neden erkekler değil de kadınlar? İşte bunun üzerine biraz düşününce, dişilerin bu kutsallığına hayran olmamak elde değil. Belki de atalarımızın bu topraklarda anaerkil bir uygarlık kurmuş olmaları genlerimden beni uyarıyordur, bilmiyorm.

Ve bugünkü hayranlığıma geleyim: Toka takmak. Yahu, uğraş uğraş bir türlü olmadı. Saçım çok uzun değil ama yine de topluyorum topluyorum, hop kaçıveriyor toka. Ne biçim iş bu be! Höyt! Acilen bana toka takmayı öğretecek birisi lazım. Hayır, ellemem, taç takarım falan da, toplayınca sanki hayat bazı noktalarda kolaylaşacak gibi geliyor. Hem de nasıl olacak bir görmeli değil mi? Bakın bunu okuyup da öğretmeyen, ahanda banu alkan gibi olsun. Büyük konuştum ona göre.

Yazımı burada bitirirken tüm bu fiziksel, düşünsel ve hissel (zorlama kelimeler) açılardan hayranlıklarımı tekrar dile getiriyor ve hepinizin (erkeklere demiyorum) önünde saygıyla eğiliyorum, ha bir de, seviyorum sizleri (bakın erkek denen mahlukatlar hemen bunu kötüye yormuştur, yormadıysa erkek değildir, ben de yormuşumdur, doğrudur).


Edit-Not: Sonunda başardım. Meğer tekniği varmış. Bu durumda kızlar da tırtmış bunu anladık:p (*linçten kaçarcasına koşar*)

Çarşamba, Aralık 28, 2005

Pardustur falan

28 Aralık 2005-Çarşamba
Level forumlarına yazmıştım bunu pardusla ilgili bir konuya ama hoşuma gitti sizlerle paylaşayım dedim.

"
Ya aslında en iyi ihtimalle devlet dairelerinde kullanılır derken, sadece bu bile gerçekleşse gerçekten çok güzel olur, hatta asıl güzellik bu olur... Zira windows'tan fazla satmasının pek anlamı yok pardus'un; ücretsiz bir sistem ne de olsa. (mali açıdan doğrudan bir getiri anlamında düşünürsek tabi)
Ancak şöyle düşünelim. Şimdi bir tane devlet dairesindeki bir tane bilgisayarı ele alalım. Hani sadece işletim sisteminden ziyade genel bakalım.Windows versiyonu: Öncelikle Lisans ücreti ödenecek. Bilgisayarı aldınız, lisans 1. İleride yeni bir windows'a update ettiniz, lisans 2 vs Sonra, ms office kullanıyorsunuz diyelim. Tekrardan lisans, yeni versiyonlarda tekrar lisans. Bir de sevgili windowsun malum gereksiz sistem tüketme özelliği var. Bu yüzden de (hele hele xp falan kurulacaksa) alınacak sistemlerin oldukça sağlam olması gerekiyor. Sağlam olmasa bile, ofis işi yapabilecek kapasitenin üstünde alınacağını windows garantiliyor. Sistemin güvenlik ve stabilite olayında yaşayacağı sorunların sıklığı, bunların düzeltilmesi için gereken maliyet, bu sırada yapılmayan işlerin yaratacağı iş gücü kaybını da ekleyelim. Gelelim, pardus olması şart değil, linux+openoffice tarzı ücretsiz açık kod yazılımlara. Öncelikle lisans ücreti yok. Ne işletim sistemine, ne ofis programına. Ne şimdi, ne de sonra. Sistemlere gelince, bizim windowsların yazı yazarken kasım kasım kasıldığı sistemlerde inanılmaz serverlar çalışabiliyor. Biz cd yazımı sırasında ağlarken, linuxlar hem cd yazıyor hem yazı yazıyor hem internete giriyor hem onu hem bunu hem de şunu yapıyor Güvenlik ve stabilite açısından da çok daha az sorunlular. Bir açıyorsun, bir daha kapamıyorsun uzun süre.
Bu çok kabaca bir karşılaştırma oldu. Bunları önce bir devlet dairesindeki tüm bilgisayarlara, sonra da bir ilçedeki tüm devlet dairelerine, bir ile, bölgeye ve ülkeye kapsayın. Maliyetleri (para ya da işgücü) bir karşılaştırın. Tamamen doğru bir karşılaştırma olmadığının ben de farkındayım, ama tamamen de yanlış değil.
Buna ek olarak açık kodlu yazılımlarda, devlet dairelerinde örneğin yapılacak işe göre özelleşmiş yazılımlar ya da eklentiler yapılabilir. Windows'ta bu şansınız yok ya da parayı basıp yeni programlar almalısınız.
Bu durumda en iyisinden devlet dairelerinde kullanılır şeklinde bakmamak daha doğru olur gibi. Devlet dairelerinde kullanılsa, dışarıda giden tonla para ülkeye kalır. Buna ek olarak bağımlılığımız azalır.
Kişisel olarak bakarsak, aslında yine lisans ödemeden, artık windows kadar işlevli (düzeltiyorum, daha işlevli) bir arabirime sahip, her işi daha zayıf sistemlerle bile yapabilen bir işletim sistemi, çoğu kişiyi tatmin edecektir. Yani film izlemek, müzik dinlemek, internette dolaşmak vs gibi işlerde hiç bir sorun yok.
Oyunlara gelince, o konuyu pek bilmiyorum =) Bilenlere sormak lazım. Ama eğer uyumluysa, arkaplanda windowsun 123132 işlemi olmadan oyunları çalıştırabilmek daha iyi olurdu, ram ve işlemciyi upgrade etmiş gibi olurdu herhalde =)
Pardus bence güzel bir adım, ama bir adımın tek başına bir anlamı yok. Bu adım eğer uzun bir yolculuğun başlangıcı olmayacaksa, eğer bundan 20 yıl sonra "yahu iyi ki geçtik şu pardusa, ne kadar iyi oldu şu şu açılardan" demek yerine "bi ara pardus diye bişey vardı olm neydi o" diyeceksek, o zaman yapılan tüm emeğe yazık olmuştur derim. Şu noktada devletin devreye girip bu güzel gelişmeyi sahiplenmesi gerekir, zamanla zaten açık kodlu olduğundan kolayca ve hızlıca gelişecektir. Yeter ki bir amaç, bir doğrultu olsun, bizden daha neler çıkar =)
"

Salı, Aralık 20, 2005

7. Episode

Hani programlar var ya; 91. dakika, 3. devre diye, onlara özendim ben de, şimdi bitirdim Star Wars serisini izlemeyi ve bir şeyler yazma ihtiyacı hissettim.

Bilen bilir, ben Star Wars’la pek ilgisi olan biri değilim (ki ilk bakışta tersi olması beklenir). İlk filmleri izlememiştim, episode 1 de beklediğimden farklı, çocuk işi görünüşlü bir şey çıktı, en azından beklentime göre. Episode 2 de.. hmmh. Yine bir eksiklik vardı. 3’ü izleymemiştim. Jedi Knight 2’yi bitirmiş, bir ara netten multi oynamış; 1’in demosunu oynamıştım. Buydu SW olayım. Severdim ama çok da bilmezdim, kabaca fikrim vardı sadece. SW sevenlere takılmayı da çok severdim. Heh heh. Bilmesem de, bir şeyler uydurup kafalarını karıştırmak hobilerim arasındaydı (bilenler yemezdi tabi :P). Ama içten içe de izlemek istemiyor değildim.

Geçen gün topluca DVD’leri aldım (şu an öğrenci bütçemle hepsini izlemek istediğimden kopya aldım açıkçası. Ama para kazanmaya başlayınca kesinlikle orjinallerini alacağım. (içimde kalmış heheh)). 4-5-6-1-2-3 şeklinde izledim. Dört günde bitirdim sanırım.

Episode 1 hâla çocuk işi yönlere sahip gözümde. Ama artık buna bir kusur olarak bakmıyorum. Episode 2 de genç işi bir şeymiş, bulamadığım kusur buymuş. Ama o da şu an bir kusur değil gözümde. Bana kalırsa, bu seri (bilerek ya da bilmeden) Anakin üzerine kurulu.

Episode 1’de çocuk yaşta olan Anakin’e ithafen, olaylara daha çocuksu bakılıyordu, Gungan’ların şebeklikleri, muhabbetler vs.. Episode 2’de artık yaşı büyüyordu Anakin’in ve gençlikle birlikte dünyayı ve kendini keşfetme, aşk, “delikanlılık”, idealizm.. Bunlar giriyor ortaya. Episode 3’te ise artık bazı şeyler oturmaya başlıyor. Hayat gerçek yüzünü gösterip pembe bulutları dağıtıyor. 4-5-6’da ise olan olmuş. Hayat mücadelesi devam ediyor, ancak hiç bir şey kolay değil, rahat değil; bilakis, Anakin’in hayatı karanlık üzerine kurulu artık.

En azından benim düşüncem bu. Ama şu yadsınamaz bir gerçek ki, filmin atmosferi hep Anakin’in ruh haliyle eşlenik gidiyor. O yüzden Star Wars bir adamın hayat hikayesini ele alıyor demeyi kendimce uygun görüyorum.

Episode 1’in başında dikkatimi çeken bir nokta da şu oldu… Nerede geçerse geçsin genelde bilim kurgu temalı filmler, kitaplar “fütüristik” diye de geçer zaten, yani gelecekçi; hep gelecekte geçer. Yüz yıl, bin yıl, onbin yıl… Ama hep gelecektedir. Geçmişini de çoğu zaman dünya üzerine kurar. Star Wars ise, ilk saniyede bunu kırıyor. “a long long time AGO” yani “çok çok uzun zaman ÖNCE”… Ve kendine ait tarihini kullanıyor. Bence bu da Star Wars’un en önemli özelliklerinden.

Neyse, şimdi gitmem gerekli ama Star Wars’çulara artık daha az takılacağım muhtemelen; zira bu saatten sonra SW hayranı olacağımı sanmasam da, SW-sever olacağım kesin. Arada aklıma geldikçe buraya da yazarım bir şeyler..

Güç sizinle olsun.

Cumartesi, Aralık 17, 2005

Acemiyim ve sinirliyim

02:37, 17 Aralık 2005
Şimdi yazacaklarımdan sonra birisi eğer 'koçum sen daha neler göreceksin o ne ki..?' derse o şahısla ilişiği keseceğimi öncelikle belirteyim.

Aptal bir ödev programı yazıyordum. Yazdım yazdım. Birden doğru çalışan şeyler çalışmamaya başladı. Öyle. Hiç ellemediğim kodlar saçmalamaya başladılar. Ve nasıl debug edicem hiç bir fikrim yok çok uzadı ve karıştı. Baştan yazmak da aynı şekilde.

Sinirlendim. Uykusuzum. Sıkıldım. Haftaya bir de vize var ve zaman az.

Bir de geçen ödeve o kadar uğraştıktan sonra kıytırık bir kontrol yapılıp hak ettiğimden düşük bir not almış olmam var ki, cesaretimi ve hevesimi tamamen kırıyor. Labda herkes birşeyler konuşuyor aklımı da toparlayamıyorum. Yoruldum. Bu saatte eve de dönemem. Ödevin de bitmesi lazım.

SIKILDIM.

Perşembe, Aralık 15, 2005

Öyle bir gün

14.12.2005 21:05
MS Word’ünü açıp, yazmaya başladı. Şöyle bir neler yaptığını geçirdi aklından. Önce müzik çalsın açayım bir şeyler diye düşündü. Klavyesindeki nota işaretli tuşa bastı. Media Player açıldı. iPod listelerinden birine ulaşmaya karar verdi, media player’ı kapadı ve iTunes’u açtı.
Önce Cem Köksal’ı tıkladı, sonra play tuşunu.

Ramenine baktı. Hazır olmuştu muhtemelen. Soğumadan karıştırmaya karar verdi. Bir rahatlama nefesi verdi. Önce günlerdir ellemediği bulaşıklarla bulaşmış, sonra saçlarını yıkamıştı. Artık özgürdü. Gerçi ortalığı toplaması gerekiyordu ama o bekleyebilirdi. Yazıya ara verip ramenini karıştırdı. Bir parça ağzına atmak istedi ama ağzını açıp kutuya yaklaşmasıyla gözlüklerinin buğulanması ve öksürmesi bir oldu; sıcak buhar yüzüne yükselmişti. Yine de bir parça attı ağzına, acıkmıştı. Çektikçe gelen, spagetti özentisi bir erişteyi çubuklarla kestikten sonra yazmaya devam etti. Artık bugün olan bir şeyi anlatmak istiyordu. Üçüncü şahıstan birinci şahısa geçmeye karar verdi…

Uf. Dışarıda fırtına mı var ne? Feci gök gürledi. Bugün ilginç bir olay oldu.. yani en azından bana göre ilginçti. Sinema topluluğu semineri iptal olmuş. Biz de yeni verilen ödevin sitesinden çıktı aldık arkadaşla, sonra birer poğaça ve çay tükettik. Sonra da zaten evli evine, yurtlu yurduna…

Eve dönmek için otobüse bindim. Gerçi mesafe kısa ama saat altı gibiydi, trafik vardı ve uzadıkça uzadı. Kulağımda Almôra’nın Fantasy ya da Rainbow’u, bir ninni gibi, günlük yorgunluk ve birkaç günlük az uykuyla birleşince… uyuyakalmışım.
Neden sonra uyandım. Dışarı baktım, gözlerimi kırpıştıra kırpıştıra. Tanıdık gelmedi önce panik yaptım. Sonra beynim devreye girdi, tanıdık olduğunu, daha varmadığımı fark ettim. Kafamı tekrar koyuyordum ki, yanımda birileri ayakta onu fark ettim. Bir baktım, yaşlıca bir bey var. Ne yalan söylim, her zaman fırlayıp yer veren bir insan değilimdir. Ama o an öyle bir utanç hissetim. Adam kaç yaşında ayakta ben orda guz guz uyuyorum. Gereksiz bir utanç mı sizce? Sanırım.. belki.. Ama yine de öyle hissettim ve buyrun diyerek ayağa kalktım. bir şeyler sorup kolumdan tutup oturmamı işaret etti. Ben de aptal aptal bakındığımdan rahatsızlığım olduğunu sandığını ve iyi misiniz diye sorduğunu düşündüm. Sonra biri düşmüş kulaklığın diğerini çıkardım ve inecek misiniz diye sorduğunu anladım. Yo hayır, dedim, buyrun lütfen. Uyuyakalmışım sadece, önceden kalkamadım kusura bakmayın diye ekledim. Adam hala beni oturtmaya çalışıyordu. Buyrun, hayır oturun, buyrun lütfen, hayır efendim oturun siz; ama ben rahat etmeyeceğim, hayır evladım otur sen… diye gitti ve sonunda oturttu beni. Şöyle bir eğildi. Öğrenci adamı ancak öğrenci olan anlar dedi. Bir an kavrayamadım. Sonra adamın öyle başına geçerler öğrencinin uyurken, yer vermiyor bak terbiyesize derler ya, onlar bilmezler o öğrencinin yorgunluktan uyuyakaldığını gibi bir şey demesiyle ben yarıldım. İlk defa böyle bir şey gelmişti başıma. Benim de iki çocuğum var şurada burada okuyorlar falan dedi. Nerede okuduğumu sordu, sınavlar ne zaman falan diye sordu; öyle küçük bir konuşma yaşadık. Ama bu tepki gerçekten beni şaşırttı. Mutlu oldum desem yeridir. İlk defa o yaşta birinin böyle basit ve genel bir toplum kuralını, hem de benim isteyerek yer vermeme ve oturacak kişinin kendisi olmasına rağmen, empati kurarak terslediğini gördüm. Bir daha da ne zaman görürürüm bilemiyorum. Paylaşmadan edemedim…

Şimdi izninizle gidip Star Wars Episode 6’ya başlayacağım. Bir yandan da şu rameni bitireyim. Ardından uyumamış olursam şu ödeve bakarım. İyi akşamlar efendim.

Bu arada, postları evde yazıp ertesi gün attığımdan zaman uyuşmazlığı olabilir. Hatta ben artık yazım tarihimi atayım başa. Durun ekliyorum.

Çarşamba, Aralık 14, 2005

Ağlar insanlığım

Az önce Schindler’in Listesi’ni izledim… Şu an gözlerimden yaşlar süzülüyor. Filmdeki duygusallık değil sadece, bunun çok ötesinde bir şey bu. İnsanlık, hani şu öldü mü diye geyiğini yaptığımız insanlık; onu hatırladığım için ıslanıyor klavyem.

Ha Schindler, ülkesinin katlettiği Yahudileri korumuş, ha Mevlana hiçbir ayrım yapmadan ne olursan, kim olursan gel demiş, ha Mustafa Kemal halkına günler, belki saatler önce zûlmekte olan ülkenin bayrağını yerden kaldırmış… Daha da yazılır. Yazılabileceklerin arasından kaç tanesini biliyorum ki? Şu an birden aklıma bu üçü geldi.

Şu veya bu şekilde her bir insanı eleştirebiliriz, bana o şöyleydi bu böyle yaptı diyebilirsiniz; ama bu gerçekleri değiştiremezsiniz.

Bana öyle geliyor ki, bir kelimenin anlamını gün geçtikçe yitiriyoruz: “İnsan”.

İnsan Hakları Bildirgesi nedir? Nereye kadar? Zorlama iki kuralla insanlık nasıl var olur? Neden sınırlıyoruz kendimizi? İnsanlık ne zaman fark edecek insan olduğunu? Her geçen gün milliyetçiliğin, soyculuğun; en azından bunların şu an geldiği noktaların ne kadar kötü fikirler olduğu düşüncesi gittikçe güçleniyor zihnimde.

İnsan tekti, gruplar oluşturdu; gruplar kabilelere, kabileler soylara, boylara, toplumlara, devletlere, milletlere dönüştü. İnsanın varlık bilinci gittikçe arttı. Ancak yine de… Belki çatışma sayısı azaldı bu geçiş sırasında. Yani şöyle bir dönüp Anadolu’ya bakalım Osmanlı öncesi mesela. Ya da Balkanlara… Kendi arasında savaşan bir sürü grup. Sonra ne oldu? Birleştiler bir çatı altında. Artık o kadar çatışma yoktu. Artık bir sürü beylik yerine Osmanlı vs falanca vardı. Bu bir geçişti. Dünya savaşı geldi sonra. Her ülke birbiriyle savaşmak yerine, bloklar birbiriyle savaştı. Görünür savaş sayısı azaldı. Ama sayılar arttı, orası ayrı..

Ama asıl nokta bu değil. Asıl nokta nedir derseniz…. Bence bu geçiş olumlu. Ve bilincin gelişimini gösteriyor. Darmadağın ne halt olduğu belirsiz gruplardan, kendini bilen tek bir çatı altında toplanmış bir birliğe geçiş… Fakat bir sorun var: Neden savaşmak gerekli? Neden bazı boylar yok olmadan birleşmiyorlar? Neden dünya savaşı çıkmadan bloklar kurulmuyor? Acaba insanların “insanlık” adı altında birleşmesi için ne kadar daha kurban verilecek? Peki ya sonra? Belki bir gün gerçekten birleşecek insanlık… Sonra? Bu sefer de farklı uzaylı ırklar bulursak onlarla savaşıp, gittikçe artan kayıplar verip sonunda, “ya bir dakika biz hepimiz aynı evrene aitiz” mi diyeceğiz?

Neden bu kadar aptal olmak zorundayız? Neden insanlar ölmek zorunda? Ne zaman bitecek katliamlar? Ya da bitecek mi? Bir zaman yaşayacak mı insanlık küçük kızların kapıları çalmadığı?

Keşke birisi çıkıp “Evet” diyebilse. “Evet, bir gün gelecek, insanlar birbirlerini yargılamayı, din, dil, ırk ayrımı yapmayı bırakacaklar. Bir gün gelecek barış içinde yaşayacaklar” diyebilse. En azından inanır gibi yapabilirdik değil mi?

Ama nedense bu konuda pek ümitli değilim. Öte yandan ümitsiz de değilim. Umut olmadan varlığın bir anlamı olmazdı ya zaten. Sanırım bize düşen şey, bireysel olarak önyargıları kırmak, gereksiz ayrımcı görüşleri beynimizden silmek ve her birimizin aynı evrene ait olduğunu fark etmek.

Schindler’in Listesi’ni benden başka izlemeyen kalmış mıdır bilmiyorum. Aslında biliyorum. Kalmıştır muhakkak. Şiddetle tavsiye ediyorum. Steven Spielberg’ün yeri artık gözümde apayrı. Duydun mu sıtiv amca?
Bir de… Filmin sonunda Schindler’in mezarı üzerine taşlar bırakıyorlar. Mezar bir Hristiyan mezarı. Taşları bırakanlar Yahudiler. Sanırım Müslüman geçinen biri olarak bana da Allah rahmet eylesin demek düşüyor. Eğer ölüm sonrası varlık devam ediyorsa (ben ettiğine inanıyorum) umarım bu ikinci hayatı iyi gidiyordur.

Almôra’nın anladığım kadarıyla savaş üzerine olan Cehennem Geceleri şarkısının sözleri ile yazımı bitiriyorum (Zombie falan da olabilirdi).. Saygılarımla efendim.


Ve cehennemden bir gece daha
Utanır, utanır insanlığım bu çirkin karanlıktan.
Nefret oyununda bir perde daha
Yorulur, yorulur ruhumuz bu kızıl günahlardan.

Kan ve ateş küfrediyor tüm masallara,
Yas tutuyor melekler karanlığımıza,
Ve nasırlaşmış yüreğinle sen aciz dünya.

Dinle bu acının masalını
Seyret o utanç tarlalarını
Mahşer yağıyor gökten
Düşüyor, düşüyor yıldızlar.

Düşüyor, düşüyor yıldızlar...

Cuma, Aralık 09, 2005

swap(in,kale)

İnim güzel inim artık kalem güzel kalem oldu dikkatinizi çekti mi bilmiyorum.
İn kelimesi msn space'den geliyordu ilk bloga orda başlar gibi olmuştum sonra ragnor sağolsun beni doğru yola sevketti =) orada mael's inn diye koymuştum. Sonra bana hem inn'i hatırlattı hem de türkçe in hoşuma gitti diye onu seçmiştim.

ama kalem daha hoşuma gitti. hem kalem'i hatırlattı. kalem. hani yazıyor falan. tükenmezi karakalemi oluyor. birşeyler "yazmaya" ithafen. hem de kale'm. bana ait kale. hani duvarları var. içine saklanıyor insan. onun gibi. hoşuma gitti yani.

bitti bu kadar. hepsi bu. söylim dedim.

Perşembe, Aralık 08, 2005

Fotoşop Yaptım. Bişey yaptım!

Bizim küçük mozart aslında bildiğimiz vampirmiş. Fotoğrafa farklı bir açıdan (photoshop) açısından baktım. Buyrun görün.
Ben ilk defa böyle güzel (güzel??!!) birşey yaptım da paylaşmadan edemedim =)
(resmin orjinali aşağılarda bir yerlerde)

Perşembe, Aralık 01, 2005

Yeter, bıktım, imdat vs.

Yarın Bilgisayar ve Mühendislik sınavları... veeee. MUTLU SON!

acaba? Her neyse en azından şu ödev ve vize curcunası bitmiş olacak. Artık normal insanlar gibi nefes alabileceğiz, yemek yiyebileceğiz. Düşünsenize ben uyumayı bile düşünüyorum. Ufff. Mükemmel olacak yahu.