Kalem, güzel kalem

Çarşamba, Kasım 23, 2005

ÜFF! Nasıl da birikmiş!

Yahu ellidokuzbin gündür evde birşey yazıyorum ama hep unutuyorum internete girerken yanıma almayı kalıyor bilgisayarda. Toplayıp da geldim bu sefer. Buyrın okuyun. Ruh halim ne kadar değişken, nasıl bir manyağım bir kez daha seyredin.

Ne zor şey şu insan ilişkisi be! Yetti ya gerçekten. Yani bir yer geliyor, yalanlar arasında gerçeği bulup tutunmaya çalışıyorsun, uğraşıyorsun kendini kaybetmemeye. Sonra öyle bir nokta geliyor ki, yalanlar arasında gerçeğini saklamak için söylediğin yalanlar; seni de bir yalancı yapıyor.
Tamam, gerçek çıkıyor ortaya. Ama sonra bir bakıorsun, yalancı durumuna düştüğün durum da koca bir yalandan ibaret. Gerçekten sıkıldım. Niye herkes samimi davranmıyor ki?
Oysa herkes samimi olsa, ne güzel olurdu dünya. Bir kere herkes özgün olurdu, herkes özel olurdu. Bir de samimiyetin getirdiği kabullenmeyle birleşince, birbirinden apayrı; fakat birbirini kabullenmiş; yargılayıp dışlamak yerine, anlayıp kucaklayan bir toplum oluşurdu.
Ya da oluşmazdı, ne de olsa insanız.Ama biz niye çekiyoruz bunun cefasını? Cahillik mutluluk mu acaba gerçekten? Yoksa asıl cahiller bizler miyiz? Ulan bir kere şöyle istiyorum düşünmesem. Salllaaa yaaa desem. Yok. Mutlaka acaba öyle mi olur, böyle yapsam şöyle olur, şöyle olursa ne olur... Bir strateji silsilesi sürüp gidiyor. Oysa bu sorunlara sebep olanlar arsız arsız, pişkin pişkin, vurduymaz bir halde, hiç vicdan kaygısı olmadan yalanlar söyledikleri yetmiyormuş gibi, bir de bu yalanları diğer insanların gerçeği haline getirmeye uğraşıyorlar. Rahatlar, hem de çok.
Peki ister miydim farklı olmayı? Hayır. Yani bazen lanet ediyor insan, keşke bilmeseydim, görmeseydim, anlamasaydım da düşünmeseydim diye. Ama bu bir kaç dakikadan fazla sürmüyor. Açıkçası, ne olursa olsun; kör bir mutluluktansa, sancımın farkında olmayı isterim.
Niye yazdım bu kadar şeyi? Kim ne anladı? Bilmiyorum ama sanırım herkes, en azından belli noktalarda kendine dair birşeyler bulmuştur. Ne de olsa her birimiz, yalanlar denizinde sürüklenen gerçek birer tahtaya tutunmaya çalışıyoruz.
Bu arada geçenlerde yazdığım deneme mi desem, yazıya diyeyim, eleştiri geldi. Başta karşı çıktıysam da, yanlış kelime kullandığım için karşı tarafın farklı yorumladığını sanıyorum, hata bende sanırım. Hayat, hayattır derken, bahsettiğim hayat, bizlerin hayatından ziyade, genel varoluş ve gerçeklikti. Yoksa tabi ki hayatlarımız değişebilir, buna katılıyorum; ama hala asıl varoluş bizden bağımsız ve sabittir demekte de ısrarcıyım =)
Saygılarımla
Not: Compatek fuarına gittik bizim grup İzmir'de... Güzeldi. Tost yeme hatasına düştük ama sonra etraftan kopardığımız şekerlemeler yediğimiz kazığın acısını unutturdu. Sanırım. Hacı? =)

------------
Ustalara Saygı Kuşağı
Main Title
Kafamda kimi küçük, kimileri diğelerinden daha büyük zibilyon dert düşünürken, kendime gelmek için ne yaptım? Çayımı koydum, bilgisayarımı açtım. Media player'a girdim ve bastım Star Wars Main Title'ı.
Imperial MarchŞimdi değişti parça. Düşünüyorum da, büyük adamlar olmadan küçükler nice olurdu. Kastım sadece politikacılara veya ne bileyim askeri/siyasi liderlere değil. Mutlaka, bir Atatürk gelmeseydi dünyaya; dünya şu an apayrı bir yer olurdu. Lincoln olmasaydı, Hitler doğmasaydı, Churchill varolmasaydı... diye gider liste. Belki bunların her biri dünya ve insanlığın yararına yaşamadılar. Ama yine de dünyayı değiştirdiler ve şu anki haline gelmesinde payları var. Kant'çıyım o açıdan biraz (yanılmıyorsam tabi. felsefe bilgimle pek gurur duyabileceğimi sanmıyorum, zira yok öyle birşey), niyetleri daha önemli benim için.
Duel of FatesKim bilir, belki Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasaydı, öyle bir olay zinciri yaşanacaktı ki; dünya beklenmedik bir şekilde düzene girecekti. Fantazi tabii ki, olası değil. Ama yine de Atatürk suçlanamazdı, zira o haklı bir amaç uğruna mücadele verdi.
Her neyse yahu, nereye kaymışım. Yani büyük adamlar sadece bu isimler değil. Yo hayır, bilim adamları da değil. Evet İbn-i Sina, Newton, Einstein, Curie, El-Cezeri vs olmasaydı yine farklı bir dünyada yaşıyor olurduk. Ama benim dikkat çekmek istediklerim sanatçılar.
Eğer Mozart, Schubert hiç yaşamamış olsaydı ne olurdU? Ya da ne bileyim, Şebnem Ferah müzik yapmasaydı...
End CeremonyJohn Lennon serseri bir müzisyen yerine bir politikacı falan olsaydı? James amca metallica'yı kurmak yerine, veremle savaş dispansei kursaydı? Sadece önde duran isimler değil... Matt Uelmen, Toshiro Masuda, Jason Hayes olmasaydı? Siz sayın söyleyin.
Ne yapardık o zaman yahu? Kafamızı rahatlatmak, hüznümüzü kırmak, hüznümüzü artırmak, depresyona girmek, depresyondan çıkmak için ne dinlerdik? Diablo 2 veya World of Warcraft oynarken ne gibi müzikler çalardı? Naruto'da nasıl parçalar olurdu arkaplanda?
En can alıcısı.. Imperial March nasıl birşey olurdu?
Sadece müzik de değil. Ya George Lucas gençken kaza geçirmeyip araba yarışçısı olarak devam etseydi hayatına? Ya Jackie Chan hiç hollywood'a gelmemiş olsaydı? Ya Peter Jackson fantastik kurguyla ilgilenmiyor olsaydı? Ya Lynch, Tarantino politikaya girmiş olsaydı? Stanley Kubrick kendini dağa taşa verip "medeniyete" hiç inmeseydi? Hitchcock asker olsaydı?
Imperial March (Metallica Cover)
Peki ya Shakespear? Peki ya Van Gogh? Homeros? Gaiman? Tolkien? Poe?
Dünya gerçekten garip bir yer olurdu sanırım.
Tüm Star wars parçalarım bitti. Şimdi arkada Green Day/American Idiot çalıyor. Uff, bu konuda çok şey yazılabilir. Ama daha uzatmak istemiyorum. Ne yalan söylim, biraz oyun oynicam. Ah, oyun yapımcıları da olmalı bu listede! Bir Peter Molyneux olmasaydı, Brian Fargo olmasaydı ne olurduk biz?
Kimseyi bilmem ama ben son derece müteşekkir ve minettarım, kendilerini sanatlarına verdikleri ve bizleri bu sanatı paylaşacak kadar değerli gördükleri için.
Saygılarımla..
-----------------------Zümrüt-ü Anka
Kungfu Fighting'in nağmeleriyle (eheh) coştuğum (ohoo ho hoo...) şu sıralarda (evribadi vaz kunfu faytiin!) gördüğünüz üzere son derece cıvımış durumdayım (dey wör fanki çayna meen...).
Bu da ne demek? Moralmetre dolup taştı demek (in fekt it waz a litıl fıraytıning).
Koza falan demiştim ya. Garip bir paradoks içindeydim. İki ucu boklu değnek şeklindeki (ki bu deyim de bitti yani, alpay erdem bitirdi. kemik'teydi sanırım?) bu garip çıkmazın aslında iki çıkışı vardı. Dandik çıkışa doğru gider gibiyken, önce bir arkadaşın beni ne yaptığımı sorgulamaya itmesi lan?! dedirtti. Sonra bir de çok değerli bir arkadaşla konuştum bir moral bir gaz verdi ki uff.
Buradan Saftrik (kod adın bu olsun mu?:P) arkadaşıma teşekkür etmek istiyorum. Vallahi sağol ya. Çok destekleyici oldu. Bu gazla ben dünyayı ele geçiririm arkadaş. Bu arkadaş aynı zamanda takip ettiğim sayılı (listedeki isimlere kanmayın yarısını hatır niyetine takip ediyorum) deviantlardan birisi. Fotoğraf çekiyor. Aslında hepsini fotoşopta yapıyo ben biliyorum. Kimse o kadar güzel şeyler çekemez. Neyse duymamış olun siz. Adresini geçeyim hemen: http://plejaden.deviantart.com
Bir yerlere yorum yapmıştım zaten sitesinde, tekrarlamak istiyorum. Bir gün de olsa, senin açınla bakmak isterdim dünyaya, neler kaçırıyorum ya da sen ne biçim bir varlıksın görmek için.
Bunun bir de yanında gitar çalan bir tip var. Onun sitesini de izlemeye başladım. Zaten favların hemen hepsi ikisinin sitesinden. Bu gitarcı parçasının adresi de http://melancholica.deviantart.com (garanti yanlış yazdım)
Neyse işte. Böyle birden coşunca birşeyler yazma ihtiyacı hissetim. Hem de saftriğe teşekkür etmeyi istiyordum =)
Sevgilerimle
(bir de telefonla konuştuk bunlarla var ya. off işte budur. kıskananlar olaplüp tabi;))

Salı, Kasım 22, 2005

Geceyarısını çok geçe...

Sabahlama çabasındayız ödev bitirmek için. Aslında daha iki üç günümüz var ama işte yeni yetme heyecanlı tipleriz ya biz o açıdan kasıyoruz.
Hoş, bitirmem gereken bir ödev daha ve haftaya altı adet vize olması gibi durumların da etkisi yok değil.
Puff. Saat kaç oldu bilmiyorum. Pascal'ı gebertmek, parçalamak istiyordum ki hatamı farkettim. Bilgisayarın en dandik yönü bu. Şerefsiz, oldukça hatasız. Daha doğrusu kesin. Yani tüm hatalar insandan kaynaklanıyor. Program mı hatalı? E onu da insan yazdı. Sonuç olarak o adamın aptallığı da olsa sonuçlar kesin. Ne biçim iş be!

Öte yandan, herşeyin kesin olmasını sevmiyor değilim. Neyse ben sizlere iyi gece..sabah ya da her neyse şu an ondan dileyip işime dönüyorum

Ah. aşağıdaki saat doğruysa şu an 4:21 PM. Eheh tamam, hatalı. Ben kaçayım bu durumda.

Cuma, Kasım 18, 2005

Kozamda sonbahar başkadır

Mevsim değiştiğinden mi yoksa gidişattan mı, yine koza dönemine girdiğimi hissediyorum. Kozamı öreyim, kimse varmasın üstüme. Ben bir şey yapmaya çalıştıkça işler daha kötüye gidiyor. Bu durumda en iyisi hiç bir şey yapmamak sanırım.
Zaten hava da depresif oldu. Kozama gireceğim, bir kaç güzel parça çalarım. Depresif parça bol. Neşelenmek istersem de Alkaline Trio, Goodbye for Ever falan girerim.

Gerçi kozayı kaç kişi farkedecek orası meçhul. Her sene kozaya giriyorum. Her sene bir parça örüyorum ve işin ilginci asla da çıkmıyorum. İçiçe kozalardan oluşan bir varlık oldum. Hepsi içeride. Dışarıda normal (tamam, belki o kadar da normal değil ama içindekini belli etmeyen, insan gibi görünen) bir tip var yine. Ama bu kadar koza sonunda ne olacak acaba?

Her neyse. Sonuç olarak bu yılki geleneksel koza örümüne başladım. Yalnızlık mevsimi iyice hissettiriyordu zaten kendini, rüzgârlarıyla.

Saygılarımla

Çarşamba, Kasım 16, 2005

Kelebek Etkisi

Bugün sinema topluluğu kapsamındaki seminere hoca gelmeyince, Kelebek Etkisi'nin izlenmesine karar verildi.
Teknik bir ses sorunun çözülmesinin ardından izledik tekrar..

Yine çok etkilendim. Akıl Oyunları'nda da aynı şey olmuştu. Kendimi karakterlerin yerine koydum, ana karakterin yani. Sonra farkettim ki, koymama gerek yok; zaten ben o'yum.

Yani onun veya arkadaşlarının verdiği kararlar, birbirlerini ve belki de alakasız kişileri çok farklı etkiliyordu. Bunun olması için beynimi formatlayıp durmama gerek olmadığını dehşetle tekrar farkettim. Ne bileyim, hadi bir ekmek alayım desem, belki de başıma gelecek birşey hayatımı tamamen değiştirecek. Ya da beni yolda gören birinin hayatı, fırıncının hayatı...

Aynı şekilde üç mahalle ötede bir cigara yakayım be, diye balkona çıkan adam da beni etkiliyor belki de. Garip ve korkutucu bir duygu. Dahası, son derece rahatsızlık verici. Ben kendim olmak istiyordum oysa, kendi yaşamımı yaşamak. Öyle birşey mümkün değil, değil mi? Bunun da farkındayım ama şu filmi izledikten sonra cidden gerilmemek elde değil, üstüne azıcık düşününce.


Bir yandan da şu var. Yani ben ne yaparsam yapayım, ne kadar kasarsam kasayım; alakasız birinin verdiği alakasız bir karar olanları etkileyebildiğine göre, hiçbir şey için kendimi üzdüğüme de değmez. Çabalamalı, evet; ama kendini yıpratmak gereksiz.


Öyle işte. Bu arada sıcak şarap denedik bugün, karanfilli (başka türlü oluyor mu bilmiyorum, bilmeyenler için bir hatırlatma, içkiyle normalde pek samimi değilizdir) falan. Başta kötü gibi geldi ama sonra tuttum.

Bir de FRP oynamak için Yeşil Köşk'e gitmeye karar verdik. Çok hoş mekân. Bildiğiniz köşk işte. Büyük camlar, şekilli pencereler... Çok uygun bir ortam. Aslında live world of darkness ya da call of chthulu yapmak lazım orada..

Sıkılmaya başladım. Yazmak istiyorum ama biraz dertliyim. İzninizi istiyorum.
End of line.

Salı, Kasım 15, 2005

Gaiman Sendromu, güzel bir paranoya

dün sandmanle ilgili birşeyler yazacaktım. ne kadar etkileyici olduğundan falan.. ama çıkmam gerekiyordu labdan ve eve gidince de uykum geldi yatıverdim. şimdi beatles dinliyordum... yine aynı şeyi düşündüm. bornovaya gelene kadar izninizle bir kısa giriş yapayım. uzun da olabilir alsancaktann yeni çıktık sanırım 63le. öğrenemedim izmir'i. neyse konuya döneyim.
hacı var bizim aşağıda bir yerlerde resmi olacak. sağolsun aldığım bir grup metallica şarkısını dinlemekteydim ondan. bir baktım o da ne! enter sandman. bir gaz aldı beni. nete girip vertigonun sayfasına baktım neil gaiman'in sayfasına baktım...
yani ben tüm sandmani okumuş değilim. ve tahminim beşte birini bile çözmüş değilim. onda biri hatta. yani o kadar çözememişim ki bunu bile söyleyemiyorum. fakat bakıyorum da... bu yüzeysel bakışıma rağmen ne kadar da etkileyici geliyor, ne kadar etkilemiş beni. blind'in coverladığı Mr. Sandman var, onu dinlerken; işte metallica-enter sandman... ya da nette bakarken sitelere, hatta şöyle bir düşünürken bile garip oluyor içim, tüylerim diken diken oluveriyor. arkamı dönsem biliyorum, bir köşede destiny kitabını okuyor, desire ironik bir gülümsemeeyle bu paradoksu bana anımsatıyor, death merakla inceliyor ve morpheus o garip duygu ve düşünceleri içinde omzumdan bakıyor, ölümlülerin kendileri hakkında yazdıklarına..
bir adım daha ileri gidersem gerçekliğine inanmaya hazır olacağım. gaiman gerçekten güzel yakalamış. yani böyle bir yorum komik oldu farkındayım ama nasıl anlatılabilir ki? gaiman'in zihninde şöyle bir tur atmak isterdim. tabi kendisini de alıp yanıma, yoksa kaybolur, yiter gider insan.
beatles'la ne alaka diyeceksiniz.. aynı şey beatles'da da var. çözmüş değilim beatles'ı, kesinlikle. ama apayrı bir sesleniyor insana. insanın ruhuna işliyor parçaları. neyse ben buralarda ineceğim, sonra devam ederim.end of line.
PS: Aslında şu sırada kafedeyim ama orjinalliğini bozmayayım dedim mesajın. Öte yandan bu notu yazarak bozdum. Şimdi Allah benim belamı versin mi?

Pazartesi, Kasım 14, 2005

Arkadaşlar Serisi #5

Arkadaşlar serisi değil aslında bu aynı zamanda dünya harikaları serisi. Buyrun dünyanın iki adet harikası size. Sağ taraftaki dünya harikası.1 oluyor (sıralama yok öyle denk geldi, bizde adam kayırma yok:p). Kendisi film eleştirileriyle ün yapmıştır (özellikle ışık açıları üzerine). Soldaki DH2 (kısalttım bakın). Kendisi hakkında yorum yapmıyorum bakış gösteriyor zaten. Bunlar Hacı'yla çok pis satış koydular bize uff. Sonra bana bir daha satış. Ama seviyorum kerataları (bak bak) arkadaş işte=p

Arkadaşlar Serisi #4


Alttaki şekerlemeler aslında #3 olmalıydı ama daha edit etmeyi öğrenemedim ve yanlış yazmışım idare edin.
Herneyse, işte Turnike Gülü karşınızda! Kendisi parkın turnikesinde eğlenen bir kaptan adayı olup herkesin gönlünde taht kurmuş bir arkadaşımızdır. Seviyoruz seni =)

Pazar, Kasım 13, 2005

Masaüstüm benim

Masaüstüm. Çok sevdim bugün bakınca. Of Nova of. Of Blizzard OF! Arada yollarım yine (hele bir karışsın=P).

İşte liseden, hatta tee (efekt) ortaokuldan arkadaşlarım bunlar. Sarı Şeker'in doğumgününü bir türlü hatırlayamıyorum ben. Bir gün beni öldürecek o yüzden. Diğer arkadaşlaysa iki yıl önce aynı bölümdeydik hatta aynı odada kalıyorduk. O derece iğrenç olmuştuk yani =p

Arkadaşlar Serisi #2: Hacı

İşte o an! İşte Dirk Nowitzki! İşte karşınızdaaa..... HACI! Sakallara gel be heyt be! Grubun en büyüğü ve en küçüğü kendisi. Nasıl diye sormayın öyle işte. Fotoğrafımı çeken şahıs budur =)

Arkadaşlar Serisi #1: Küçük Mozart&Tarkan

Evet arkadaşların resimlerini şeyetmeye başladım. Aşağıda önde gördüğünüz kişi küçük mozart. Gerçi tam görünmüyor ama saçları direk Mozart gibi oldu tacı çıkarıp öyle uyuyunca otobüste.
Hemen arkasında Tarkan'ı görüyorsunuz =P (Kızma! Vurma! ahhh!!)Müzikle içiçeyiz yani arkadaş grubu olarak =P Ankara yolunda çekildi resim. Arkada da Xas'ı görüyorsunuz kendisi sayemde kings of chaos nüfusunu ikiye katlamıştır=P

Gİzem perdesi aralandı!?

Resim isteniyordu. Buyrun size resim. Hafif ilginç oldukça komik bir çalışma. Hacı gökhan kardeş çekti bunu =) Ankara mı İzmir mi hatırlayamamaktayım idare ediniz

Hayat ve Adalet

Hayattaki Adalet
Hayat bazen ne kadar adaletli gözüküyor. Öte yandan, sanırım daha fazla, hayatın adil olmadığını söylüyoruz.
Peki bu kararları verirken, daha doğrusu sürekli değişen düşüncelerimizle bu yorumları yaparken; biz ne kadar adiliz?
Yani, evet; bir şey için uğraşırsınız, çaba harcarsınız bazen. Zamanınızdan ve ruhunuzdan birşeyler katarsınız, ki insanın en değerli varlıklarıdır, sırf bu konu için: ister bir insan olsun, ister bir görev, ister bir sınav... Böyle bir durumun ardından başarıya ulaşınca, doğal olarak çabanın başarı getirdiğini düşünürüz. Ah, evet, çok uğraştım ve oldu. Ama çok vakit ayırdım ben. Yani kendi kendimi yedim bazen ama oldu. Hayata ne verirsen onu alırsın, ne ekersen onu biçersin..
..Acaba?
Çok basit bir değişiklik bu görüşleri değiştirir. Çaba kısmını ellemiyorum, ki uzun süren kısmı orası, ben sadece sonuç kısmını biraz kurcalayacağım ki, her zaman için çaba daha fazladır sonuca göre, istisnalar kaideyi bozmaz. Yani bu kadar çabalayıp başarısız olsak ne olacaktı? Lanet olsun, Allah belasını versin. Hayat ne boktan, ne adaletsiz! Dünyada biraz adalet olsa bu işler böyle yürümezdi!
Ama gerçek bu olamaz. Yani eğer bu kadar basit olsaydı şunu demek istiyor olacaktık: Falanca kişi filanca konuda başarılı olursa hayat adil, olamazsa adaletsizdir. Tamam ama hepimiz her an pek çok hamle yapıyoruz, ya da yapmıyoruz. Milyarlarca insanın her an verdiği kararlara göre hayatın adaleti belirlense, tam bir karmaşa olurdu. Hayır, hayat insanların bakış açısına bağlı olarak değişmez. Hayat, hayattır. Adalet veya adaletsizlikse insana dair kavramlardır.
Zira kaç insan çabalamadan birşeyler kazanırsa hayatın adaletini gerçekten sorgular, kaç kişi "yahu ben yok yere kazandım bunda bir gariplik var" diye düşünür? Pek az, belki hiç. İstisnalar yani, ötesi değil. Veya kaç insan, çabalamaz ve bir şey de elde edemezse, "ah evet, hayat ne kadar adil ben hiçbir şey haketmiyorum" diye eleştirir kendini? Bar filozofluğu yapanlar belki veya kendini bir kalıba sokmak isteyenler... Ancak yine hiç kimse, ya da pek az bir istisnai grup dışında hiç kimse bunu kabullenmez.
Hele hele kapital düzenin getirdiği kişisel yükselme mantığı bunu tam olarak öldürüyor. Pepsi'nin sloganı özetliyor herşeyi: "Daha fazlasını iste.". Hiç bir yorum yok dikkat ediyorsanız. Daha fazlasını iste. Gerisine karışma. Kendini düşün, kendini mutlu et. Her neye bu farklı bir konu ve şimdi bunun üstüne yazmak istemiyorum.

Sonuç olarak düşünüyorum da, hayat hiç de adil falan değil. Ancak aynı zamanda adaletsiz hiç değil. Herşey sebep ve sonuçlara ilerliyor, çabalar karşılığını veriyor. Ancak çoğu zaman evrenin kendi etrafımızda dönmediğini, tek kaderin kendi kaderimiz olmadığını unutuyoruz. Karmalar, kaderler, fikirler, yaşamlar kesişiyor, yanyana gidiyor ve bazen de zıtlaşıyor. Bu durumda bir başkasının kararı, bir başkasına ait sebep ve sonuç; bizim kararımızı, yaşantımızdaki sebep ve sonuçları etkileyebiliyor. Bizler de yine "evet beşer biz oluyoruz" diyerek olayın kolayına kaçıyor ve hayatı suçluyoruz.
Yine de bir kadermetre olsun isterdim. Arada açayım, benim lehime işlesin. Çok küçük bir şey için açabilirdim, normalde önem vermediğim; karşılığında daha büyük, genelde daha çok önem verdiğim birşey için de kaparım. Gerçekten. Böyle bir alet varsa bana ulaştırın lütfen, ben de size çay ısmarlayayım.
Saygılarımla.

Taa Ankara'ya gittik..

Ankara'ya gittik sonunda. Lisede şöyle bir ODTÜ ve Bilkent'i dolaşmamızı kapsayan garip şeyi saymazsak, 10 yaşımdan beri sanırım gitmemiştim.
Babamla gitmiştik, onu hatırlıyorum. Etnografya müzesini ve sanırım bir iki müzeyi daha gezdiğimizi sanıyorum. Anıtkabir'i de, ki liseyle de gitmiştik.
Bu sefer tamamen farklı bir amaçla gitmiş bulundum Ankara'ya. EMO (elektrik mühendisleri odası) III. Öğrenci Kurultayı vardı, biz de İzmir grubunun birer üyesi ve geleceğin bilgisayar, elektrik-elektronik ve biyo- mühendisleri olarak yola çıktık.
Hoş, pek çok kişinin asıl amacı ücresiz olarak Ankara'ya gitmekti. Eh, daha kimiz anlamadan böyle bir kurultaydan neler alabilirdik orası da ayrı, ama en azından ben konuşulacaklar da merak etmiyor değildim.
Neyse işte çıktık yola, az muhabbet bol uyku vardı. Şimdi detayları vermek değil maksadım, ama toplantı bizim açımızdan fiyasko çıktı diyebilirim. Zira İzmir bildirisi sadece 9 Eylül Üniversitesi elekronikçileri için anlamlıydı, diğer şehirlerden de sadece İstanbul'unki ve işte bir kaç şehirden kısa kısa değinile konular vardı ama genel şeylerdi çok; biz de ilk kısmın sonunda ayrıldık.
Ankara'da aptal aptal dolandık biraz, sonra Anıtkabir'e gittik. Dünyanın iki harikasından biri (kendi iddiaları var da bu yönde=D) mide kramplarıyla süründü. Neyse kafeye gittik, dinlenme+çay (işe yarar dedim inanmadılar) ve atkı (bilenlere..) sayesinde kendine getirdik. Sonra tamamen boşluğa düştük. Hacıyla (anlayan anlamıştır kimi dediğimi) ben, Ankara'daki arkadaşları aramaya başladık ne yapılır diye. Bir yandan da şarj krizi yaşadık telefonlarda şarj kalmadı. Bizim grubun gittiği yere gelmesek daha iyi olacağını da öğrendikten sonra ben lise grubundan bir arkadaşın tavsiyesiyle liderliği aldım.
Yoğun trafik dolu ve dakikalık şekerlemelerle süslenmiş bir taksi yolculuğunun ardından Karanfil sokağa vardık. Lisedeki arkadaşları gördüm önce kısaca. Bir süre yine amaçsızca oturduk kalktık. Sonra Dost'un önce kitap/dergi, sonra CD/DVD satılan "dükkan"larına girdik ki zamanı doldurmaya yetti.
Ardından geri döndük otobüslere binildi, Anıtkabir'de tamir ettiğimiz arkadaş yine dağıldı falan ama sonra yine düzeldi (rapor espirisi yapmıyorum, yaparsam öldürecek beni). Bornova'da inemedik, Çankaya'ya geldik, Küçük Park'ta tatlı bir kahvaltının ardından dağıldık.
Bir kaç nokta dikkatimi çekti Ankara'da...Öncelikle bir kere daha kendimi az çok tanıdığım ortaya çıktı. Yok efendim, ben yapamam, yaşayamam Ankara'da. Her yer dağ, her yer ova. Deniz istiyorum ben! İnsan kendini kapana kısılmış gibi hissetmez mi yahu? Hani göz önünde olmasın, o sorun değil ama varlığını bilirsin; özgürlük duygusu kaplar insanı. Brr, düşünmesi bile garip deniz olmayan bir yerde sürekli yaşamayı. En azından 20 yıl hep deniz olan yerlerde yaşadıysanız..
İkinci nokta, ne kadar çok eylem olduğu. Yahu nereye gitsek polisler, ellerinde silahlar, üstlerinde çelik yelek bir duvar kurmuşlar ve eylem yapan birileri... Gerçi başkent olduğuna göre belki de normaldir. Yine de garip geldi bana ne bileyim, sürekli denk gelince bir de..

İlginç birşeyi de Anıtkabir'de farkettim. Kafe kısmında jetonla çalışan bir alet var. Jetonlara bir baktım kasadan alınca; bir yanında dünya var, altında Milano-Italy yazıyor, diğer tarafında ise $ var. Garipsedim, hem de çok. Yani biz üretemiyor muyuz bir jeton yahu? Bir tarafına Anıtkabir kabartması olsa, diğer yanına da Türk bayrağı veya Atatürk resmi... Yani en azından Türkiye'de olduğumuzu bilelim, jetona bakınca "ah, evet Anıtkabir burası" diyelim.

Ankara'nın İzmir'den daha sıcak olmasıysa tam bir muammaydı (abartı?).

Daha yazabileceğim çok şey var aslında ama hem burayı şişirmek istemiyorum, hem de üşenmekteyim. Daha bulaşıkları yıkamam ve ortalığı temizlemem gerekiyor.Saygılarımla..
Not: Hacı ve dünya harikası #2, yaptıklarınızı yazdım bir kenara unuttum sanmayın =

Pazartesi, Kasım 07, 2005

Üniversite Amfisinde Pizza Poğaça

Niheheh.
Güzeldi ya. Mühendis toplantısından çıktık. 3.5 milyona sekiz çeşit yemek mi yesek diye düşünürken vazgeçtik, poğaça alalım dedi biri. Girdik pizza poğaça (ya da poğça, poaça, poça) aldık. Nerede yiyelim diye düşünürken bölümün önündeki çimlere gidiyorduk vazgeçtik içeri girdik.

Sonra bir amfi bulduk falan. Alarmlar çaldı, atom bombası düştü, yangın yandı, dağa kaçtı, inek içti..
Ama bayağı eğlendik. Güzeldi. Bunu okurken pek birşey anlamamış olabilirsiniz, ama ben bana hatırlatsın falan diye istedim. Anlayan anlamıştır zaten. Niheheh tekrardan...
Hayat güzel birşey di mi?

Pazar, Kasım 06, 2005

Savaş

Pentagram dinliyordum, for those who died alone.
Kurtuluş Savaşını düşündüm. Farketmez. 1. Dünya Savaşı da olur, 2 de olur.

Yok, aman savaş ne kötüdür, aman iki yağlı göbeğin işi için milyonlarca insan ölüyor gibi şeyler demeyeceğim.

Savaş psikolojisini çözümlemeye de çalışmayacağım, ne ben anlayabilirim gerçekten, ne de hiç bir psikolog. Teorik çözümlemelerle olmaz bu iş.

Savaşta ölmek isteyen var mı? Fazla değildir. Yani söyleyenlerin sayısı çıkar az çok ama genelde samimi olmaz. Ben? Yo, hayır teşekkürler. Ne savaş görmek isterim, ne de savaşta ölmek.

Yine de, ülkesi için ölen insanlar.
Lütfen şimdi başlamayın yok politika yok siyaset. Buradan konuşmak kolay. O insanlar birşeylere inandılar, bir yalan olması birşey değiştirmez; ki neyin yalan neyin gerçek olduğunu belirleme de hiç kimseye düşmez.

Onlar inandılar ve bu inanç uğruna savaştılar. Çarpıştılar.
Öldürdüler...

... ve öldüler.

Bizse konuşalım değil mi?
-Savaş kötü!
-Savaş iyi!
-Ülkem için ölürüm!
-Ülküm için ölürüm!
-Şehitler cennetliktir!
-Savaş çıkartan sopalıktır!
-Hepsi yalan!
-Tek gerçek bu!

Her kafadan bir ses.
Yeter be. Ne kadar kolay eleştirmek. Ne kadar kolay kıçını yayıp konuşmak.

Savaşta ölenler için, ister Kurtuluş Savaşı olsun, ister 2. Dünya savaşı; ister saldırgan olsun, ister vatanı için hamilik yapanlar...

...sessizce eğiliyorum önünüzde, ve saygıyla. Savaşın sonunu gerçekten siz gördünüz, affedin saygısızlığımızı, cehaletimizi..

Anıların acımsı tatlı tadı

Evime döndüm bayram tatili için.
Güzel oldu, hem de çok güzel. Ailemi gördüm, Beril'leri gördüm dersane tayfasından, lise tayfasıyla buluştuk, kuzenlerle görüştük...
Çok güzeldi. Çok mutluyum.

Anılar canlandı, konuştuk hep şöyle olmuştu değil mi?, yaa evet dedik, gülüştük.
Ama en azından benim açımda, gülüşlerin hepsi için içine, acı gülüşlerdi. Yüzüm gülerken iç kanama geçiriyordum. İçim kan ağlıyordu.

Nasıl geçiyor zaman, ne kadar garip değil mi? Ben istiyorum lise günlerini tekrardan. Anılar eğer birer canlı varlıksa, eminim imp gibi birşeydir hepsi. Karşınıza geçip dalga geçerler sizinle.
Kötü anılar doğrudan tokadı geçirir yüzünüze, aptallıklarınızı, hatalarınızı acımadan bilinçaltı gerçekliğine verirler. İyi anılarsa hoş bir tad bırakırlar, mutlu ederler, yüzünüzü güldürürler.

Ancak göründüğünün tersine, kötü anılar iyi niyetlidirler. Anımsamanız bittiği an, o anı tekrar yaşamadığınız için sevinirsiniz, rahatlarsınız. Yaşamakta olduğunuz zamanın tadını çıkarırsınız.
Ve iyi anılar yok mu iyi anılar... Onlar anımsama sırasında mutlu ederken, bittiği an karşınıza geçer ve kahkahalar atarlar. Gitmiştir o anlar artık, yitmiş, bitmiştir. O güzel dakikaları yaşamamaktasınızdır. Daha kötüsünü yaşıyorsanız iyice bunalırsınız. Daha iyisini yaşıyorsanız, bu anların da her geçen an, birer anıya dönüştüğünü farkedersiniz, eliniz kolunuz bağlı.


Stephen King'in on ikiye * kala * geçe gibi bir serisi vardı, cahilliğimi bağışlayın. Onların birinde geçmiş sürekli yaratıklar tarafından "yeniliyordu". Bunun gibi birşey işte, zaman implere dönüşüp duruyor...